Sultan 2. Abdülhamid Hân Hayatı (1842-1918) ve Saltanat Dönemi (1876-1908)
Sultan 2. Abdülhamid, 21 Eylül 1842 tarihinde dünyaya geldi. Osmanlı Sultanlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusudur. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Tîrimüjgân Kadınefendi’dir. On bir yaşında annesini kaybettiği için, babasının emriyle, hiç çocuğu olmayan Sultan Abdülmecid’in eşlerinden Piristû Kadınefendi kendisine analık etti. Özel hocalar tayin edilerek eğitildi. Genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmiştir. Şâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır.
Anne sevgisinden mahrum oluşu, babasının kendisine karşı soğuk davranması onu çocuk yaşından itibaren yalnızlığa mahkûm etmiştir. Taht için uzak bir namzet oluşu dolayısıyla saray muhiti de kendisine pek ilgi göstermemiştir. Saray halkı ve devlet büyükleri, zeki, fakat düşünce ve kanaatlerini asla dışa vurmayan Şehzade Abdülhamid’i pek sevmezdi. Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleri görüldüğündenamcası Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde onu da yanında götürmüştü.
Sultan II. Abdülhamid, kardeşi V. Murat’ın yerine 31 Ağustos 1876 Perşembe günü tahta çıktı. Bu sırada devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Sultan Abdülaziz devrinde başlayan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına, V. Murad devrinde Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya “Şark Meselesi”ni halletmek üzere fırsat kolluyordu. Malî imkânsızlıklar yüzünden isyanlar bastırılamıyordu. 19 Aralık 1876’da sadrazamlığa Midhat Paşa getirildi. Dört gün sonra da İngiltere’nin teklifini kabul eden devletler İstanbul’da toplandı. Aynı gün yüz bir pâre top atışıyla Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kānûn-ı Esâsî ilân edildi (23 Aralık 1876). Alelacele hazırlanarak İstanbul Konferansı’nın toplandığı gün ilân edilen anayasa ile, Batılı devletlerin aşırı isteklerde bulunmaları önlenmek istenmişti.
Fakat Batılı devletler bunu ciddiye bile almadılar. Daha önce Rus elçiliğinde hazırladıkları teklifleri, kabul edilmesi için Bâbıâli’ye sundular. Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığını tehlikeye sokacak kadar ağır hükümler taşıyan teklifler, padişahın emriyle 18 Ocak 1877 günü toplanan ve askerî, mülkî ve adlî üyelerle hükümetin ve gayri müslim ruhanî reislerin katılmasıyla oluşan 180 kişilik Meclis-i Umûmî’de görüşülerek oy birliğiyle reddedildi.
İngiltere’nin teşebbüsüyle toplanan
Londra Konferansı, Ruslar’ın tekliflerini kapsayan Londra Protokolü’nü 31 Mart 1877’de imzalayarak, kabul edilmesi için 3 Nisan 1877’de Bâbıâli’ye sundu.
Ağır hükümler taşıyan bu protokol de, padişahın isteğiyle mecliste görüşülerek reddedildi. Durum 12 Nisan 1877’de hükümet tarafından Batılı devletlere bildirildi. Böylece ağır şartlar içeren talepleri Osmanlı tarafından reddedilen Rusya, 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilân etti. Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar Rusya’nın yanında yer aldılar.
Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın fevkalâdebaşarıları savaşın genel gidişini durduramadı; Türk orduları cephelerden çekilmeye başladı. Onların ardından on binlerce Müslüman-Türk muhacir de İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Memleketin son derece karışık günler yaşadığı bu sırada, bu konularda tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte idi.
Hicri takvime göre 1293 yılına denk geldiği için “93 Harbi” denilen bu harpte Ruslar, Tuna ötelerinden İstanbul Yeşilköy’e kadar geldiler. Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın kılıcına dayanarak dikta ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla târihe geçmiştir. Sultan Abdülhamît, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı kullanabilme çârelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi bâkî kalmak şartıyla” bir üs sûretinde kendilerine vererek Ayastefanos Antlaşması’nın iptaliyle, onun yerine Berlin Antlaşma’nin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu antlaşmayla mâruz kalınan kayıpların büyük bir kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi” felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş oldu. Abdülhamît Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak kapatmıştır.
Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamît, batıda Çatalca ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak hamlelere girişmiştir.
Balkan ve I. Dünya Savaşlarında ehemmiyeti ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir. Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır.
Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek etrafına bir kısım muhalifleri de toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Amaçları, Sultan Abdülhamît’i devirerek, bu sarayda göz altında tutulan V. Murât’ı tekrar tahta geçirmekti. Sultan Abdülhamît, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin ihânetlerine ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki Abdülhamît Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» dedikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.
Sultan Abdülhamîd Han, bu karışıklıklara rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede mükemmel bir «istihbarat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan Ermeni asıllı Jorris’i dahî bir istihbârât elemanı gibi kullanması da bu zekice siyasete bir örnektir. Hattâ İngilizlerin Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamît’le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizleri bu istihbârâtın kapsamı hakkında dehşete sevketmiştir.
Sultan Abdülhamid Han, İngiliz ajanlarının Arap milliyetçiliğini yaymak, halifeliğin Arapların hakkı olduğu iddiasıyla Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine Panislâmizm politikası ile karşı koymaya çalıştı. Müslümanlar arasında birliği sağlamak amacıyla dinî propagandaya girişti.
Bu konuda tarikat şeyhlerinden ve nüfuzlu kabile reislerinden de faydalandı. En önemli ve tecrübeli yöneticileri, Anadolu ve Suriye başta olmak üzere, müslümanların çoğunlukta olduğu vilâyetlere gönderdi. Halifelik makamından faydalanarak Panislâmist ideolojiyi yaymaya çalıştı. Halifelik sıfatını Osmanlı padişahları arasında en çok kullanan o oldu. Bu sıfatın verdiği güçle, Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslâmiyet’in oralarda da yayılması için çalıştı. Abdülhamid’in Çin’deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin’de onun adına bir İslâm Üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. Şam’dan Mekke’ye kadar uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirdi. Araplar arasında başlattığı yoğun propagandalarla, ortak düşmanın, İslâmiyet’in düşmanı olan Batı emperyalizmi olduğunu ve buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Abdülhamid Han döneminde eğitim, bayındırlık ve tarım alanında olumlu gelişmeler görüldü. Bilhassa eğitim alanındaki gelişmeler büyüktür. Kendi gelirleriyle ayakta duramayan medreselerin yeni usullerle eğitim veren okullara dönüştürülmesine hız verildi. Kaliteli uzman-memur yetiştirmek üzere yüksek okullar açıldı. Mekteb-i Mülkiyye, Mekteb-i Hukuk, Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Hendese-i Mülkiyye, Dârülmuallimîn-i Âliye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi, deniz ticareti, orman ve maâdin, lisan, dilsiz ve âmâ mektepleriyle Dârülmuallimât ve kız sanayi mektepleri, fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan Dârülfünun hep Abdülhamid döneminde açılmıştır. Bu yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretime de önem verilmiştir. Bilhassa Batı tarzındaki ilk ve orta tahsilin kurulması bu dönemdedir.
Abdülhamid bütün vilâyetlerle sancakların çoğunda rüşdiyeler kurdurdu. Yalnız İstanbul’da açtırdığı idâdîlerin sayısı altıdır. İbtidâî denilen ilk mektepleri köylere kadar götürdü. Rüşdiyelerden itibaren yabancı dil öğretimi mecburi tutuldu. Birçok vilâyette dârülmuallimînler ve hukuk mektepleri açtırdı. Memlekette kültür seviyesini yükselten Abdülhamid, Müze-i Hümâyun (Eski Eserler Müzesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphâne-i Umûmîsi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür müesseselerini de kurmuştur. İmparatorluk içindeki vakıf kütüphanelerinin kitap mevcudunu tesbit eden ilk kataloglar da bu dönemde yapıldı.
Koyu bir sansür uygulandığı halde, yayın çalışmalarını bizzat desteklediği için kitap, dergi ve gazete sayısında büyük artışlar oldu.
Abdülhamid ayrıca, başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun çeşitli şehirlerinin önemli fotoğraflarını ihtiva eden çok değerli bir albümler koleksiyonu hazırlattı. Bu albümler bugün İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Sağlık alanında da önemli adımlar atıldı. Tıbbiye’de öğretim dili Fransızca’dan Türkçe’ye çevrildi. Haydarpaşa Tıbbiyesi ve kendi parasıyla yaptırdığı Şişli Etfal Hastahanesi ile bir kısım masraflarını kesesinden karşıladığı Dârülaceze onun sağlık ve sosyal yardım alanlarında attığı önemli adımlardır.
Sultan Abdülhamît Han’ın dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde baş gösteren Ermeni Meselesi’dir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Rusların propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün Hıristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular. Nasıl Balkanlar’da Hristiyan unsurları Osmanlı’ya karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki Hristiyan olan Ermenilere de, önce istiklâl hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak en yakın liman olan İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini takibe başladılar. İşte Ermeni kıyâmının ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus düşüncesidir.
Sultan Abdülhamît Han, Rusların, bu maksadla Ermenileri silâhlandırma faâliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Derhal Ermenileri toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurdu. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, Yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi. Nitekim kendisine Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin Şeyhulislâm ile Cum’a namazı çıkışında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı.
O sırada Rus tahrikiyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar’ı cadı kazanı hâline getirmişti. Bunlarla mücâdele eden birliklerin bir takım subayları, İttihat-Terakkî ve onun arkasındaki Yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamît Han’ı II. Meşrûtiyet’in ilânına zorladılar. Abdülhamît Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat, gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştı. 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilân etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine imparatorluğun dağılmasını daha da hızlandırdı.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Meclisi’ne üye gönderilmesine engel olmak için 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i işgal etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Bir gün sonra da Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı.
İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyordu. Bu durum, ortaya çıkan nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avcı taburlarını Rumeli’den getirip Taşkışla’ya yerleştirdiler. Fakat bunların başlarında bulunan subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklendiler ve askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburlarındaki askerler, halkla temas kurma imkânı buldular. Böylece İttihat ve Terakkî’nin amaçladığı zulüm ve hıyânetlerini öğrendiler. Bunun üzerine, askerler korumaya me’mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul’da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. 31 Mart Vak’ası denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede görerek korkuya kapılan İttihat ve Terakkî, Rumeli’den “Hareket Ordusu” denilen çoğu Rum, Ermeni ve Yahûdî çapulcusu on beş bin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.
Sultan Abdülhamît, bu çapulculara karşı aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Kendisine sadık olan Birinci Ordu ile, Hareket Ordusu’na karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek, Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyledi. Bu kadarla da kalmayıp Topçu feriği Hurşid Paşa ile Dersvekili Hâlis Efendi’yi Hareket Ordusu’na göndererek meşrutiyetin korunduğunu bildirdi. Birinci Ordu kumandanına da Hareket Ordusu’na karşı koymamaları konusunda askere yemin ettirmesi tâlimatını verdi. İşte bunun üzerine İstanbul’a giren Hareket Ordusu kısa sürede şehre hâkim oldu.
Yeşilköy’de toplanan ve II. Abdülhamid’in yönetimden uzaklaştırılmasına (hal’ine) karar veren Meclis-i Millî âzaları, asayiş sağlandıktan sonra 26 Nisan 1909 günü İstanbul’a dönerek, ertesi gün Ayasofya civarındaki binasında tekrar Meclis-i Umûmî-i Millî adı altında toplandı. Meclis 240 mebus, otuz dört âyan olmak üzere toplam 274 kişiden oluşmakta idi. Hal‘ fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan Elmalılı Hamdi Efendi [Yazır] yazdı. Fetvada Abdülhamid’e, icraatı ile bağdaşmayan asılsız ve mesnetsiz iddialarda bulunuluyordu. Nitekim fetvayı imzalamak üzere meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nûri Efendi bu fetvayı okuduktan sonra imzalamaktan çekindi. Sebebi kendisine sorulduğunda da fetvada padişaha isnat edilen üç önemli suçu Abdülhamid Han’ın işlediği kanaatinde olmadığını söyledi. Bu suçlar; Otuzbir Mart Vak‘ası’na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmekti.
Son derece dürüst ve metin bir kimse olan Nûri Efendi, Abdülhamid’e saltanattan feragat etmesi teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını ileri sürdü. Bunun üzerine fetvanın son kısmı değiştirilerek hal‘ veya feragat şıklarından birinin tercihi meclise bırakıldı. Hacı Nûri Efendi buna rağmen padişaha isnat edilen suçlamalardan dolayı fetvayı imzalamamakta diretti. Hatta istifa ettiğini dahi söyledi. Nihayet, sarıklı mebuslardan Mustafa Âsım Efendi, Hacı Nûri Efendi’yi ikna etti. Şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi tarafından imzalanarak hukukîleşen fetva mecliste okununca, mebusların bir kısmı derhal hal‘ine karar verilmesi yönünde bağırmaya başladılar.
Hal’ edilmesinin hemen ardından Sultan, kasden bir Yahûdî muhîti olan Selanik’e gönderilip orada zengin bir Yahûdî âile olan Alâtini Biraderler’in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. “Şahsî mülkler”i millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu İstanbul’a geldiğinde Pâdişâh’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Yıldız Sarayı’nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile “orduya hediye” adı altında âdetâ büyük bir servete kondular.
Selânik’te Alâtini Köşkü’ne yerleştirilen Abdülhamid, orada vaktini marangozluk ve demircilikle geçirdi. Abdülhamid saltanatta iken, Bulgar kilisesinin Rum Patrikhânesi’nden ayrılmasından beri Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının aidiyeti konusundaki anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılar’a karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştu.
Fakat İttihatçılar’ın, 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla, kilise ve mekteplerin hangi unsura ait olduğunu nüfus nisbetine göre tayin etmeleriyle aralarındaki ihtilâf kalktı ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek Balkan savaşlarını başlattılar. Kendisine gazete verilmediği için bu gelişmelerden haberdar olamayan Abdülhamid’in, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Durumu kendisini almaya gelen heyetten öğrenen Abdülhamid, Balkan ittifakına ve bu ittifaktan hükümetin haberdar olmamasına hayret etti. Dört Balkan devletinin ittifakını duyar duymaz Kiliseler Meselesi’nin halledilip edilmediğini sordu. Halledildiğini öğrenince de ittifakı tabii buldu. Selânik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid’e tehlikeden bahsedilince, “Ben de bir silâh alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum” cevabını verdi ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti.
İstanbul’a gündüz çıkmak şartıyla Selânik’ten ayrılmayı kabul eden Abdülhamid, İstanbul’dan gönderilen Alman sefâretine ait Loreley savaş gemisiyle 1 Kasım 1912’de getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hayatının son yıllarını burada geçirdi. I. Dünya Savaşı’nın en buhranlı günlerinde hükümette en nüfuzlu kimseler olan Talat ve Enver Paşalar, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek Abdülhamid’in tecrübelerinden faydalanmak istediler. Eski padişah artık verebileceği hiçbir fikir ve tavsiye edebileceği hiçbir tedbir kalmadığını, devletin daha savaşa girdiği gün yıkıldığını belirterek dünya denizlerine hâkim devletlere karşı, kara devleti Almanya ve Avusturya yanında savaşa girişilmiş olmasının çok büyük bir sorumsuzluk olduğunu söyledi. Abdülhamid’in kıymeti bu dönemde daha iyi anlaşıldı. Saltanatı döneminde aleyhinde bulunan pek çok aydın onun lehinde yazılar yazmaya başladı.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamît Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Cenazesi Topkapı Sarayı’na nakledilerek teçhiz ve tekfini orada yapıldı. Sultan Reşad’ın iradesiyle, ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi.
Sultan Abdülhamid halifelik makamına yakışır iffet, haysiyet, vakar ve namus timsali bir kimse idi. Dindardı, hayır yapmasını severdi. Kan dökülmesinden asla hoşlanmazdı. Otuz üç yıllık saltanatı süresince imzaladığı ölüm fermanlarının sayısı birkaç taneyi geçmez. Kimsenin rızkına mâni olmak istemez, yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağlatırdı.
Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. O’nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuz üç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.
Mekânı cennet olsun!..
Sultan 2. Abdülhamid Han ve Filistin Meselesi
XIX. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar Osmanlı Devleti'nin gündeminde Yahudi bağlantılı bir Filistin meselesi yoktu. Bu döneme, hatta devletin yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'nin Filistin toprakları dışında bulunan bölgelerindeki Yahudiler rahat bir azınlık olarak yaşadılar. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde herhangi bir bölgede çoğunluğu oluşturmadıklarından ve ayrılıkçı bir hareket de geliştirmediklerinden Osmanlı tebaasından olan Yahudilerle devletin ciddi bir sıkıntısı olmamıştı. Bu durum 93 Harbi'nden hemen sonra ısrarla Filistin'e yerleşmek isteyen yabancı uyruklu Yahudilerin giderek artmasıyla değişmeye başladı.
Artık Filistin'e Yahudi göçü siyasi bir çehre kazanıyordu. Osmanlı Devleti bölgede tarih içinde oluşmuş cemaatler arası nüfus dengesinin bozulmasından endişe ederken, Avrupa'da Yahudi aleyhtarlığının (anti-semitizm) giderek yaygın hale gelmesi, komşu ülkeler Romanya ve Rusya'da Yahudilere kötü muamele edilmesi kısa süre içerisinde Osmanlı Devleti'ni etkilemeye başladı. Nitekim devlet, 93 Harbi'nde alınan ağır yenilgi sonrasında ortaya çıkan yüz binlerce Müslüman mültecinin yanı sıra Edirne ve İstanbul'a sığınan binlerce Yahudi'ye de yardımda bulunmak zorunda kalmıştı. Dahası, aynı yıllarda Romanya ve Rusya'da kendilerine hayat hakkı tanınmayan yüzlerce Yahudi ailesi İstanbul'a gelmişti. Benzeri durumlar 1892, 1899 ve 1900 yıllarında da yaşanmış ve İstanbul'a gelen binlerce Romanya ve Rusya kökenli Yahudi ailesi Edirne, Kıbrıs ve Mezopotamya gibi Filistin'e uzak bölgelere yerleştirilmeye çalışılmıştı.
Yahûdilerin Filistin için örgütlü olarak çalışmalarını 1861 tarihine kadar götürebiliriz. Bu tarihte İngiltere ve Fransa’da kurdukları cemiyetlerle, Yahûdîleri koruma ve Filistin’i Yahudi ülkesi yapabilme faaliyetlerine başlamışlar ve fikirde kalan bu hareketlerini 1882 tarihlerinden itibaren iki yolla eyleme dönüştürmüşlerdir.
Birincisi Filistin’e göçler ve yerleşme çabalarıdır. İkinci sebep ise 1877-18778 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi)’ndan sonra, siyonistlerin Filistin’i yurt yapma düşüncesi ile uluslararası düzeyde girişimlerde bulunmalarıdır. Yahudilerin bu girişimlerine tepki olarak, Osmanlı devlet erkanı Filistin’e yapılacak Yahûdî göçünün var olan düzeni bozacağını düşünmüş ve Padişah İkinci Abdülhamid ve diğer devlet ricali Filistin topraklarında Yahûdî yerleşimine karşı engel olma siyasetini uygulamışlardır. Filistin meselesinde İttihad Terakkî Fırkası ilk zamanlar ılımlı tavır sergilemiş fakat daha sonraları onlar da Sultan Abdülhamid’in Filistin siyasetini benimsemiş ve Yahûdî göçünü engellemeye çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen siyasi olaylar, Osmanlı hükümetlerinin haklılığını ortaya koymuştur.
Sultan II. Abdülhamid, 1876-1909 tarihleri arasındaki saltanatı süresince Filistin ve kutsal topraklar üzerinde özellikle Yahudiler tarafından oynanan oyunlara dikkatle yaklaşmıştır. Bu sebeple tahta çıkışının ilk yıllarından itibaren Yahudilerin Kudüs ve civarında sürekli ikametini yasaklayan fermanlar çıkarmıştır. Siyonistler Filistin’e yerleşmek için attıkları her adımın karşısında Sultan II. Abdülhamid’i bulmuşlardır. Filistin’de bir Yahudi devleti kurma gayesinin gerçekleşmesi yolunda bölgedeki Yahudi nüfusunu arttırmak için ilk etapta buraya göçü sağlamaya çalışmışlardır.
Sultan İkinci Abdülhamid Han, Yahudilerin bu tehlikeli niyetini sezdiği için 1882 yılında hac maksadı dışında hiçbir Yahudinin Kudüs’e sokulmamasını emretmişti.
Lakin Yahudilerin yerli taşeronlar kullanarak gizli gizli arazi satın aldıklarını öğrenince 5 Mart 1883 tarihli bir kanunla bu gizli satışlar iptal edilmiş, oraya gönderilen heyetlerle Yahudilerin maksatları ve nihai hedefleri üzerine Filistin ahâlisi bilinçlendirilmiştir. Yine de satmak isteyenlerin arazisi Sultan II. Abdülhamid nâmına satın alınmaya başlanmıştır. Filistin “Çiflikât-ı Şâhânesi” böylece vücûda gelmiştir. Bu defa Osmanlı tebaası olan Yahudilerin bu faaliyetleri yürüttüğü görülmüş, bunun üzerine 3 Nisan 1893 tarihinde Filistin’de Yahudilerin arazi satın almaları hususundaki yasak Osmanlı vatandaşı olan Yahudi asıllı kimselere de teşmil edilmiştir. 1883’te çıkarılan bir irade-i seniyye ile de Yahudilere mülk satışı yasaklanmıştır. Ayrıca padişah Hazine-i Hassa’daki şahsi mal varlığı ile Filistin’de mümkün olduğu kadar fazla toprak alarak, Yahudilerin toprak satın almalarını engellemeye çalışmıştır. Ancak Yahudiler, Filistin’e doğrudan yerleşmenin mümkün olmadığını anlayınca hileli yollara başvurmuşlardır. Rus ve Doğu Avrupa Musevileri Almanya, Avusturya veya İngiltere’ye uğrayıp bu devletlerin vatandaşlığına geçtikten sonra Filistin’e sızmışlardır.
- Abdülhamid döneminde Filistin’e Yahudi yerleştirilmesine karşılık olarak Osmanlı Devleti’ne yapılan tüm teklifler reddedilmiştir. Çünkü II. Abdülhamid, Theodor Herzl’in amacını çok iyi biliyordu. Onun Yahudi devleti isimli eserini Türkçe’ye çevirtmiş, siyonistlerin gerçek fikirlerinin ne olduğunu çoktan öğrenmiştir. Zira siyonistlerin esas amacı bağımsız bir devlet kurmaktı. Hatta diğer bölgelere de el atmaları kaçınılmazdı. Filistin gibi küçük bir bölgenin milyonlarca Yahudiye yetmeyeceği ortada idi. Padişahın elinde bulunan raporlar, Yahudilerin Filistin’e geldiklerinde toprakla, tarımla uğraşmayacaklarını, devlet kurmak amacında olduklarını gösteriyordu.
Yahudilerin Filistin’de toprak edinmesi konusu ile ilgili Osmanlı Devleti nezdinde ilk girişim İngiliz asıllı Hristiyan Laurance Oliphant tarafından yapılmıştır.
Oliphant bu meseleye uzun bir zaman ayırmış ve hayatı boyunca bu uğurda çalışmalarda bulunmuştur. Oliphant ilk defa 1878 tarihinde düşüncelerini Filistin’de bir Yahûdî devleti kurulması taraftarı Yahûdî asıllı olan İngiltere Başbakanı Dışişleri Bakanı Salisbury’ye açmıştır. Ona göre Yahûdîler Filistin toprakları için kırkbin sterlin para toplamışlardır. Bu para Osmanlı’nın Asya topraklarının ıslahı için harcanmalı, buradan toprak satın alınmalı ve bu topraklara Yahûdîler yerleştirilmelidir. Oliphant, düşüncelerini gerçekleştirmek için 1879 tarihinde Filistin’e yolculuğa çıkmış ve Şeria nehrinin doğu yakasında bulunan Belka topraklarında incelemelerde bulunduktan sonra, buraların Yahûdîler için son derece uygun olduğu kanaatine varmıştır. Oliphant’a göre bu topraklarda pirinç, muz, şeker, pamuk portakal, incir gibi birçok sebze ve meyve yetişebilirdi. Bu nedenle, bu verimli araziler gelecek için çok şey önemliydi. 1879 tarihinde İstanbul’a dönen Oliphant Filistin’de edindiği intibalarını bir rapor halinde Sultan Abdülhamid’e sunmuştur.
Ancak bu tarihlerde hükümetin Mısır, Girit ve Yunan meseleleri, Nizâmiye Mahkemeleri’nin bağımsızlığı, Anadolu’nun ıslahı, emniyet teşkilatının yeniden yapılandırılması meseleleri olduğundan, Oliphant’ın raporu yeteri kadar ilgi görmemiştir. Yaklaşık bir yıl sonra İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Layard’ın padişaha müracaat etmesi ve konunun olumlu veya olumsuz karara bağlanması talebi üzerine h.1297/ 8 Mayıs 1880’de konu Meclis-i Vükelâ’ya (Bakanlar Kurulu) gelmiştir. Oliphant’ın raporunda; Filistin’de Osmanlı toprakları içinde yaşayan Yahûdîler dışında, başka ülkelerden gelen Yahudîlerin yerleşmesi için toprak satın alınacak, Belka arazilerine Müslüman mültecilerin yanısıra Yahûdîler de yerleştirilebilecek, gelen Yâhûdîlerin katkıları ve destekleri ile burada modern ziraatçilik yapılacak, elde edilen gelir ile bölge sanayii canlandırılacak, dışarıdan gelecek mültecilerin yerleştirilmesi için İskân-ı Muhâcirîn-i Osmanî Şirketi isminde ve Osmanlı hükümetinin denetiminde bir şirket kurulacak, hükümet Belka sancağından,
Salt sancağına (günümüzde salt Ürdün’ün bir şehridir) kadar olan 1 milyon akar (4.356.000 dönüm) araziyi kurulacak şirkete satacak, üç yıl içinde Hayfa’yı Lût gölüne bağlayacak bir demiryolu inşaa edilecek, Osmanlı hükümeti başka topraklar da satmak isterse, kurulacak şirkete teklif edecektir. Kısaca özetlenen bu raporu bir gün sonra (9 Mayıs 1880) Meclis-i Vükelâ karara bağlamış ve padişaha sunulan kararla kesin bir dille reddedilince almış olduğu cevap üzerine hayal kırıklığı içinde ülkesine dönmüştür. 1882 yılına kadar İngiltere’de kalan Oliphant daha sonra, Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi için ikinci olarak bir daha İstanbulâ gelmiş ve Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi Wallace’ye yazılı müracaatta bulunmuştur.
Amerika’nın İstanbul Büyükelçisi Wallace, hükümet nezdinde girişimlerde bulunacağına söz vermiş ve Sadrazam Said Paşa ile temasa geçmiştir.
Said Paşa verdiği cevapta “Yahudilerin 200 veya 250’şer gruplar halinde Halep veya Mezopotamya’ya yerleşebileceklerini ve çıkan yeni kanunla bunun herhangi bir sakıncasının olmadığını belirtmiştir. Geçen bunca zaman içinde Oliphant önce İngiliz devletine hizmet maksadıyla, sonra da Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde zor durumda kalan Yahûdîlere yardım için Filistin’e göçün önündesi engelleri kaldırmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı devlet erkanı, Yahûdî göçünün Filistin’de var olan düzeni ve dengeleri bozacağı görüşündeydi. Ayrıca, Padişah II. Abdülhamid genel olarak Osmanlı topraklarına Yahûdîlerin göç etmelerine karşı olmamakla birlikte Filistin topraklarına Yahûdîlerin yerleşmesine karşı kesin bir tavır almış ve bu düşüncesini İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Layard aracılığı ile huzuruna çağırdığı Oliphant’a kesin bir dille bu teklifi reddettiğini bildirmiştir. Padişah Sultan Abdülhamid verdiği cevapta oldukça haklıydı.
Çünkü XIX. yüzyılın başından beri bölgede artan misyonerlik faaliyetleri sonucu, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve İtalya’nın kiliseleri, dernekleri, okulları ve diğer misyonerlik çalışmaları gereğinden fazla artmış ve bölge istikrarı her an bozulabilir duruma gelmişti. Eğer yabancı ülkelerden gelen Yahudîlerin Osmanlı vatandaşlığı sağlanırsa, Rusya ve diğer Avrupa devletleri Yahûdileri bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine daha fazla karışma imkânı bulmalarının yolu açılmış olacaktır. Oliphat’ın 1878 tarihinde başlatmış olduğu Osmanlı nezdinde Yahûdiler için toprak edinme girişimi dışında Theodor Herzl’in İstanbul’â ilk gelişi olan 1896 yılına kadar ikinci bir girişim olmamıştır.
Theodor Herzl, kurulmasını düşündüğü Yahudi Devleti'ne dair fikirlerini 1895'ten itibaren yayma yoluna gitti. Avusturyalı tanıdıklarından birisi Herzl'e, Correspondance de L'est gazetesinden Michael de Nevlinsky ile bağlantı kurmasını ve onun aracılığıyla Yahudilere Filistin'de toprak sağlamak için Sultana müracaat etmesini tavsiye etti. Herzl, Nevlinsky'yi Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulması konusunda ikna ederek ondan arabuluculuk yapmasını istedi. O da Herzl'i İstanbul'a getirmeden yaklaşık iki ay önce Herzl’ın "Yahudi Devleti" adlı kitabını okumuş ve içeriğinden Sultan Abdulhamid'i haberdar etmişti.
Herzl'in hatıralarındaki ifadesine göre Sultan, Kudüs'ü asla bırakmayacağını ve Ömer Camii'nin daima Müslümanların elinde kalması gerektiğini söylemişti.
Hatıralarından anlaşıldığı kadarıyla Herzl, Osmanlı Sultanı ve Müslümanlar nezdinde Kudüs'ün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin farkında değildi. Nevlinsky Herzl'e göre çok daha gerçekçiydi. Ona Sultan'ın Yahudilere Anadolu'da bir yer verebileceğini bunu da ancak o sıralarda Osmanlı Devleti'nin başını ağrıtmakta olan Ermeni meselesinin çözümünde ciddi katkıları olursa yapabileceğini ifade etti. Bunun üzerine Herzl, Filistin'den vazgeçmemekle birlikte Ermeni Meselesi’nde Londra'da İngiltere dışişleri bakanı Salisbury nezdinde girişimlerde bulunmuş, ancak olumlu hiçbir gelişme olmamıştı. Neticede Herzl, meseleyi bizzat Sultan Abdülhamid'le görüşmek istedi ve Nevlinsky'nin isteksizliğine rağmen 1896 yılı haziran ayı ortasında birlikte İstanbul'a geldiler. On günü aşkın bir süre İstanbul'da kalmasına ve yoğun çabalarına rağmen Herzl, Sultanla görüşmeyi başaramadı. Fakat Nevlinsky konuyu birkaç kez Sultanla görüştü.
Sultanın ilk cevabı Herzl'in hatıralarında naklettiği kadarıyla kısaca şöyleydi: " Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i karşılıksız ele geçirebilirler". İstanbul'dan tabir caizse eli boş dönen Herzl, Nevlinsky'nin etkisiyle, Avrupa'da Ermenilerin Osmanlı Devleti'ne karşı başlattıkları karalama kampanyasını durdurma veya hiç değilse Ermeni tedhiş örgütlerini Osmanlı'ya karşı yumuşatma girişimlerine tekrar başladı, ancak bu yönde yine bir başarı sağlayamadı. Bu arada tam bağımsız bir Yahudi Devleti fikrini kısmen değiştirerek "tâbi devlet" fikrini benimsedi. Buna göre Filistin'de yerleşecek Yahudiler Osmanlı vatandaşlığına girecekler ve kuracakları idari yapı iç işlerinde özerk olacak fakat dışişlerinde Osmanlı Devletine tâbi olacaktı. Bu fikir ise daha önce Oliphant tarafından Osmanlı yetkililerine iletilmiş ancak reddedilmişti.
Herzl, Avrupa’da bulunduğu sırada İstanbul’a tekrar gelip, Sultan’la görüşmek fırsatı aramaya başlar. Aracısı Newlinsky ölünce, kendisine yeni aracı olarak Sultan’ın Avrupa’daki casusu İngiliz asıllı Arminuis Vambery’i bulur. Herzl, Padişah’ın hangi konularda yardımcı olabileceğini Vambery’inin II. Abdülhamid’e iletmesini rica eder. 8 Mayıs 1901’de İstanbul’a gelen Vambery, Herzl’le görüşmek için Sultan’dan randevu aldığını bildirince derhal İstanbul’a gelir. 19 Mayıs 1901 tarihinde Sultan II. Abdülhamid ile görüşmeye muvaffak olur.
- Abdülhamid – Herzl görüşmesi sırasında II. Abdülhamid’in Herzl’den Osmanlı Devleti’nin borçlarının konsolide edilmesi için hazırlamasını istediği planı Herzl, İstanbul’dan ayrılışından tam bir ay sonra, bir mektupla II. Abdülhamid’e sunmuştur. Mektupta bir-iki yıl içinde Musevi bankerlerin Avrupa borsasındaki Osmanlının tüm borçlanma tahvillerini toplayabileceklerini, Yahudilerin Filistin’e yerleşmesine izin verilmesine karşılık, Avrupa’daki zengin Yahudi bankerlerin Osmanlı devleti’nin dış borçlarını ödeyeceğini söylemiştir. Ayrıca ziraat, endüstri ve ticaret hayatını geliştirecek bir Osmanlı – Musevi Şirketi’nin kurulmasını da teklif etmiştir. Padişah’ın Yahudilere Filistin’de yerleşme ve özerk idare kurma hakkı vermesini şart olarak getirmiştir. Yahudi Kumpanyasının günden güne artan iş hacmi dolayısıyla ödeyeceği verginin artacağı da belirtilmiştir. Fakat II. Abdülhamid bu teklife de red cevabı vermiştir.
Emmanuel Carasso, Siyonist bir heyetle 17 Eylül 1901’de II. Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, Rusya’da zulüm gören Yahudilerin Filistin’e yerleştirilmesi ve muhtar idareye sahip olmaları karşılığı olarak 20 milyon teklif etmiştir. Bu tekliflere sinirlenen II. Abdülhamid onu huzurundan kovmuştur. II. Abdulhamid ile görüşmesinin üzerinden bir yıl geçmeden 5 Şubat 1902’de Yıldız’dan bir telgraf alan Herzl, acele olarak İstanbul’a çağrılmıştır. Hemen İstanbul’a gelen Herzl’e Mabeyn İkinci Katibi İzzet (Holo) Paşa, II. Abdülhamid’in Osmanlı Devleti’nin kapılarını Musevi göçmenlere açmaya hazır olduğunu söylemiştir. Ancak, bu gelenler Osmanlı uyruğuna geçmeyi daha başlangıçta kabul ve beyan edeceklerdi. Bu takdirde Musevilere Filistin dışında her yerde kolonizasyon izni tanınacaktı. Buna karşılık ise, siyonistler bir sendika kurmak suretiyle Osmanlı borçlarını konsolide edecek ve halen varolan ve bundan sonra da bulunacak olan tüm madenlerin işletilmesini üzerlerine alacaklardı. Filistinsiz bir imtiyazı derhal geri çeviren Herzl, II. Abdülhamid’in bu önerilerinin, Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarını tasfiye etmek için Musevileri harekete geçirmeye yeterli olmadığını belirterek bir kez daha anlaşmaya varamadan İstanbul’dan ayrılmıştır.
Aynı yılın Temmuz ayında Londra’da bulunan Herzl, Osmanlı Büyükelçiliğinden arandığını öğrenince önce şaşırır; sonra kendisini toplayarak Kostaki Antopulos Paşa ile buluşur.
Bu kez, Herzl’e, II. Abdülhamid’in şifahi mesajını ileten Antopulos Paşa, Siyonist liderine Osmanlı borçlarının tasfiyesi için Fransızlarla anlaşmak üzere olduklarını, fakat Museviler daha iyi koşullar önerirlerse bu projeyi onlara havale edebileceklerini söyler. Buna karşılık ise, Padişah Yahudilere adalet ve himayesini esirgemeyeceğini bildirir. Bunun üzerine zaman kaybetmeden İstanbul’a varan Herzl, yeni bir konsolidasyon planını içeren ayrıntılı bir muhtıra hazırlar. Bu muhtırada Herzl, banker arkadaşlarının Osmanlı borçlarının birikmiş faizlerinin ödenmesi için bir buçuk milyon sterlini temin etmeye söz verdiklerini belirtmiştir. Ayrıca, Musevi bankerler birleşip, konsorsiyum oluşturacak, böylece 30 milyon sterlin tutarında olan Osmanlı borçlanma tahvillerini borsadan toplayacaklardı. Bu Avrupalı tahvil sahiplerinin paralarının karşılığını almaları demekti. Herzl ise, bu maddi yardım karşısında II. Abdülhamid’den, Hayfa da dahil olmak üzere Akka Sancağının Siyonistlere verilmesi için gerekli izni istemiştir. II. Abdülhamid’in Filistin’i elden çıkarmamak için son derece duyarlı olduğunu gören Herzl, bu sefer Akka ile yetineceğini bildirmiştir
Abdülhamid, Herzl’i, Hahambaşı Moşe Levi, Hahambaşılık Kapı Kahyası Acimen Efendi ile birlikte 4 Temmuz 1902 Cuma günü kabul etmiş ve bu görüşmede Münir Paşa tercümanlık yapmıştır. Padişahın iznini alarak konuya giren Herzl, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerine izin verdiği takdirde, Mısır’ın durumunda olduğu gibi Filistin’in bir iç özerkliği sözkonusu olmayacağını, Filistin’in kendi bayrağının da bulunmayacağını, Filistin’e Girit’e verilen statünün bir benzerinin verilmesini istemiştir. Bu teklifin kabul edilmesi durumunda, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Osmanlı Devleti’ne istediği parayı vereceğini belirtmiştir. Abdülhamid verdiği cevapta, bu teklifi doğrudan doğruya reddetmemiş, kabul edilmesi ihtimalini belirterek, konuyu Heyet-i Vükela’ya intikal ettireceğini, uygun görülmesi halinde pratik bir çözümün bulunmasına çalışacağını bildirmiştir.
Esasında bir “menfi evet” olan bu cevap Herzl’i çok sevindirmiş ve Viyana’ya çektiği telgraf bütün siyonist çevrelerde heyecan uyandırmıştır. Ancak Abdülhamid, üç gün sonra hahambaşını huzuruna çağırarak böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söylemiştir.
Herzl, Sultan’ın bütün redlerine rağmen Filistin üzerinde ısrarını sürdürür. En sonunda anlar ki, II. Abdülhamid işbaşında kaldığı sürece siyonist emel gerçekleşemeyecektir. Sultan II. Abdülhamid’in reddinden sonra Herzl’in yazdıklarından siyonizmin gerçekleşmesi için iki yolun tutulacağı anlaşılmaktadır.
Birincisi, Sultan’a karşı Meşrutiyet’in yeniden ilanı mücadelesini veren Jön Türkler’in desteklenip, Meşrutiyet ilanı ile Sultan’ın iktidarının zayıflatılması ve Meşrutiyet rejiminin hürriyet ve serbesti ortamından faydalanarak kurulacak yeni iktidarla Filistin pazarlığına oturmak ve siyonizmi böylece gerçekleştirmek; ikincisi ise, Meşrutiyet iktidarları da Sultan II. Abdulhamid gibi ret cevabı verirlerse, Osmanlı’nın dağıtılmasına çalışmaktır. II. Abdülhamid’i tahttan uzaklaştırmanın yolunu aramaya başlayan Yahudiler bu amaçla, Jön Türk grubu içine sızmışlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde rolü bulunan Emmanuel Carasso’yu kendi taraflarına çekerek kullanmışlardır. Sultan Abdülhamid’e karşı cephe alan bazı Osmanlı Yahudileri, Mısır’a giderek, orada bir cemiyet kurup Abdülhamid’e karşı muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Avrupa’daki Jön Türkler ile de irtibat kuran Mısırlı Yahudiler, daha çok basın yoluyla çalışarak, dışarıda basılan rejim karşıtı gazete ve mecmuaların Osmanlı’ya girişini sağlamaya çalışmışlardır. Sultan Abdülhamid’e karşı yapılan en büyük toplantılardan biri de 1907 yılında yapılan Jön Türk Kongresi idi.
Bu kongreye Ermenilerden sonra Yahudiler de katılmışlardır. Bu cemiyetin asıl kurucusu, İstanbul Darülfunun’da Profesör olan Avram Galanti idi. Jön Türklere akıl hocalığı yapan diğer bir Yahudi de Arminius Vambery idi. Sultan Abdülhamid’in sağlığında Filistin’e giremeyeceklerini anlayan Yahudiler, Osmanlı’nın yıkılması için bir çok entrikalar çevirmişlerdir.
Abdülhamid’in tüm titizliğine ve Osmanlı hükümetinin Filistin'e Yahudi yerleşimini engelleme konusunda aldığı tedbirlere rağmen siyonistler, binlerce Yahudiyi Filistin’e yerleştirmeyi başarmışlardır. İllegal yöntemler kullanılarak ve kapitülasyonların sağladığı haklardan yararlanılarak 1878'den itibaren Filistin'de Yahudi yerleşim merkezleri kuruldu. Yahudi zengini Rothschild, Baron Hirsch'in kurduğu Yahudi Kolonizasyon Birliği (1896'dan itibaren) ve Siyon Aşıkları gibi kişi ve kuruluşların destekleriyle gerçekleştirilen Yahudi göçleri sonucunda, 1882 ila 1908 arasında Filistin'de 30 civarında yeni Yahudi yerleşim merkezi (köy) kurulmuştur. Yahudi yerleşim merkezlerinin yoğunlukla kurulduğu yıllara bakıldığında; birinci dönemin 1881'de Rusya ve Romanya'da Yahudilerin kıyıma maruz kalmalarının ardından gerçekleşen Birinci Yahudi göçü dalgası (1882-1884) ile; ikinci yoğun dönemin 1904 yılında yine Rusya'da meydana gelen kıyım sonrasında gerçekleşen İkinci Yahudi göçü dalgasının hemen ardından başladığı görülecektir.
Filistin'e göç eden Yahudi sayısı ve 1908'e gelindiğinde bölgenin toplam Yahudi nüfusu hakkında kesin rakamlar vermek mümkün görünmemektedir.
Bunun birçok sebebi vardır. Bunlardan birkaçına işaret etmek gerekirse; birincisi, konunun hassasiyeti ve ideolojik yönü nedeniyle rakamların güvenilmezliğidir. İkincisi, Abdülhamid döneminde Filistin'e gelen Yahudilerin bir kısmı meşru yollardan Devletten izin alarak gelmiş -ya Osmanlı Devleti'nin kaybettiği topraklardaki Osmanlı vatandaşı Yahudilerden ya da Rothschild çiftliklerinde çalıştırılmak üzere- olduklarından devletin izin verdiği rakamlarla gerçek rakamların oldukça farklılık arz etmesidir. Örneğin Rothschild Safed kazası sınırlarına 70 aile yerleştirme izni almışken bir tetkik sırasında bu sayının gerçekte 396 aileye ulaştığı tespit edilmiştir. Bir diğer sebep de bölgeye göç eden Yahudilerin bir kısmının Osmanlı Devleti'nin aldığı önlemler ve diğer bazı sebeplerden dolayı bölgeden ayrılmalarıdır.
(Mandel'in tahminine göre gelen her iki Yahudi'den biri bölgeden ayrılmıştır.) Bütün bunlara rağmen bir fikir vermesi bakımından belirtmek gerekirse Abdülhamid Dönemi'nde Filistin'e göç ederek yerleşen Yahudi sayısının 2530.000 arasında olduğu, bölgedeki toplam Yahudi nüfusunun ise -göçlerle yeni gelenler ve doğal nüfus artışı dahil- 1908 itibariyle 70-80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Sultan Abdülhamid’in hal’inin ardından iktidara gelen İttihat ve Terakki yönetimi, Sultan II. Abdülhamid’in yasaklamış olduğu Filistin’e Musevi göçünü serbest bıraktı. Serbestlikten yararlanmak isteyen Siyonistlerin esas amaçlarının Filistin’de bağımsız bir devlet kurmak olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Almanca olarak yazılan ve 1909 tarihinde basılan “İsrail Vatanı” isimli eserde, bunu açıkça ortaya koymuşlardı. Siyonistlerin gerçek amacını anlayan Hükümet, 20 Haziran 1909 tarihinde aldığı bir kararla yeniden Filistin’de yabancıların arazi alımını yasakladı.
Dahiliye Nazırı Talat Bey 28 Eylül 1909 tarihinde bütün valilere bir talimatname gönderdi ve Sultan Abdülhamid döneminde konulan yasakların ve kısıtlamaların aynen uygulanmasını emretti. Fakat alınan tüm önlemlere rağmen Yahudiler 1908-1914 yılları arasında elli bin dönüm arazi satın alarak üzerinde dokuz yerleşim yeri kurmuşlardı. Ayrıca Yafa yakınlarında 139 hanelik ve 1500 nüfuslu Tel Aviv şehrinin de temelleri yine bu tarihlerde atıldı.
Sultan Abdülhamid’i tahttan indirip iktidarı ele geçiren İttihatçılar, önce hazine-i hassa topraklarını devletleştirdiler. Filistin’e Yahudî iskânına da müsaade ettiler. Turkifikasyon (Türkleştirme) politikası takip ederek Osmanlı milletlerinin hepsine zulmetmekle beraber, Yahudîlere dokunmadılar. Çünkü, İttihatçılar iktidara gelişlerinde Yahudilerden birçok yardım görmüşlerdi. İttihatçıların içinde de çok sayıda Yahudî, Mason ve Sebataycı vardı. Talat Paşa’nın dostu Yahudî banker Emmanuel Carasso, Sultan Hamid’e tahttan indirildiğini tebliğ eden heyette idi.
Kendisi de Şâzelî olan Sultan Hamid, Şâzelî şeyhi Ebu’ş-Şâmât Mahmud Efendi‘ye yazdığı 22 Eylül 1913 (h.1329) tarihli bir mektupta diyor ki: “Ben, Hilâfet-i İslâmiyye’yi başka herhangi bir sebep dolayısıyla değil, Jön Türkler adıyla bilinen İttihat Cemiyeti’nin baskı ve tehdidiyle bıraktım. Hilâfet’i terke zorlandım, mecbur bırakıldım. Mukaddes toprak Filistin’de Yahudîler için millî bir devlet kurulmasına muvafakat etmem konusunda ısrar ettiler. Bütün ısrarlarına rağmen, bu teklifi kat’î surette reddettim. Nihayet 150 milyon İngiliz altını va’d ettiler. Bu teklifi de reddettim ve kendilerine şu cevabı verdim: “150 milyon İngiliz altını değil, dünya dolusu altın verseniz, bu teklifinizi asla kabul etmeyeceğim. Ben Millet-i İslâmiyye’ye ve Ümmet-i Muhammed’e otuz seneden fazla hizmet ettim.
Atalarımın yüzünü kara çıkarmadım.” Bu kat’î cevabımdan sonra hal’im (tahttan indirilmem) konusunda görüş birliği ettiler ve beni Selânik‘e gönderdiler. Mevlâya hamd ettim ve ediyorum ki, mukaddes toprak Filistin’de bir Yahudî devleti kurulması teklifinden kaynaklanan ebedî ayıbın lekesini Osmanlı Devleti’ne ve Âlem-i İslâm’a sürmeyi kabul etmedim. (Bunun üzerine) olan oldu.”
Netice itibariyle II. Abdülhamid’in Filistin’de bir Siyonist devletin kurulmasının önünde en büyük engel olduğu anlaşılmaktadır.
33 yıl boyunca yönettiği devlette Filistin bölgesindeki nüfus değişimine ısrarlı bir şekilde engel olmaya çalışmıştır. Abdülhamid Han’ın 1909’da devrimesinin akabinde İttihat ve Terakki döneminde Yahudi göçleri hız kazanmıştır; 8 yıl sonra da 1917 yılı Kudüs için bir kader yılı oldu. 2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu ile İngiltere, Yahudilerin bölgede siyasî bir varlık oluşturmalarını destekleyeceğini açıkladı. 11 Aralık 1917’dede İngiliz askerleri Kudüs’e girdi. İngiliz işgali, Kudüs’teki sadece Haçlı işgaliyle kesintiye uğrayan yaklaşık 1200 yıllık müslüman yönetimini de sona erdirdi. Aralık 1917’den itibaren Kudüs giderek İslâmî karakterini yitirmeye başladı. Bu dönemde yerli nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslüman ve Hristiyan Araplar’ın yerine yeni gelen Yahudiler yerleştirildi. Kudüs 1917-1920 yılları arasında İngiliz askerî yönetiminde kaldı.
1920 San Remo Konferansı’nda İngiltere’nin manda yönetimine verilmesiyle de 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar devam edecek İngiliz sivil yönetimi göreve gelmiş oldu. İngiliz yönetiminin yoğun Yahudi göçüne izin vermesiyle Kudüs ve daha geniş mânada Filistin 1920, 1928, 1929, 1933 ve 1936’da bir dizi protesto, silâhlı ayaklanma, grev ve boykota sahne oldu. İngiliz yönetiminde Kudüs, köklü demografik, ekonomik ve kültürel değişiklikler yaşadı. Şehir içinde Yahudi nüfusu Arap nüfusunu geçti. Ekonomik olarak da Araplar kendi imkânlarıyla, dışarıdan yoğun maddî destek alan Yahudilerle mücadele etmek zorunda kaldı. 1948’de İngilizlerin çekilmesiyle de zemini hazırlanan terör devleti resmen kurulmuş oldu. Günümüzde bölgede insanlık dramı yaşanmaktadır; bunun tek sorumlusu ise büyük güçler ve Siyonist zihniyetin güdümündeki İsrail’dir.
Sultan İkinci Abdülhamid Hân’ın Filistin’e Yaptığı Bazı Hizmetleri
Osmanlıların “Arz-ı Filistin” dedikleri topraklar üç coğrafi bölgeden oluşuyordu. Bunlar; Kâzımiye Nehri’yle Mukatta Nehri arasındaki bölge “Akka Sancağı”, Mukatta Nehri’yle Zeruludce Nehri’nin kaynağı arasındaki “Nablus Sancağı” ve Nablus’un güneyinde Berseba Vadisine kadar olan mıntıka “Kudüs Sancağı”’ idi. Osmanlı’nın mülki idare sistemine göre Kudüs; 1887 yılında merkeze doğrudan bağlı müstakil bir mutasarrıflık haline getirilmiştir.
Sultan Abdülhamid döneminde kutsal şehirde pek çok imar ve tamir faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Ayrıca şehrin alt yapısı ve su tesisatıyla ilgili yapılar elden geçirilmiş, Kayıtbay Sebili olarak bilinen sebil tamir edilmiş ve Halil Kapısının karşısında inşa edilmiştir (1907). Halil Kapısının üstüne aynı yıl bir saat kulesi kurulmuştur.
Sultan II. Abdülhamid döneminde gerçekleştirilen şehrin ve etrafındaki bölgelerin ekonomik canlanmasında büyük etkisi bulunan projelerden birisi de Kudüs ile Yafa arasında yaklaşık 86,630 km uzunluğunda demiryolu yapılmasıdır. Demiryolu inşasına 1890 yılında başlanmış, 1892’de bitirilmiş, aynı yıl hizmete açılmıştır. Ayrıca, Osmanlı Devleti Kudüs’te bir yol ağı kurmuş ve kutsal şehri Filistin’in orta ve güney bölgelerindeki Ramallah, Beytüllahim, El-Halil ve Eriha gibi şehirlerle birbirine bağlamıştır. 19. asrın başından itibaren Kudüs belediyesi sağlık hizmetlerini iyileştirmek için büyük çaba harcamıştır.
1892 yılında Belediye Hastanesinin açılması da bu alanda yapılan faaliyetleri arasındadır. 1892 yılında şehrin ortasında Yafa caddesinde bir park açılmıştır. 20. Asrın başlamasıyla şehirdeki kültürel faaliyetler de artmıştır. Eski eserler müzesi açılmış. M. 1901’de Halil Kapısı yakınında bir tiyatro kurulmuş, bu tiyatroda Arapça, Türkçe, Fransızca oyunlar sahnelenmeye başlamıştır. Kubbestü’s Sahra’nın dış cephesinin restorasyonunu yaptırmış, cami dış cephesinin üzerindeki çinilerin bir ucundan bir ucuna Yasin süresini yazdırmıştır.
Sultan Abdülhamid döneminde ayrıca, Sultan Abdulhamid’in tahta çıkışının 25’inci yılı şerefine, 1901’den itibaren, imparatorluğun birçok önemli şehrinde saat kuleleri inşa edilmişti. Hepsi de mimari açıdan birbirinden farklı özelliklere ve güzelliklere sahip bu saat kulelerinden altısı Filistin topraklarında yapıldı. Kudüs, Yafa, Akkâ, Hayfa, Safed ve Nablus şehirleri, nüfus yoğunlukları ve sembolik önemleri nedeniyle tercih edilmişti. İngilizlerin şehrin estetik dokusuyla uyuşmadığı”gerekçesiyle yıktığı Kudüs’teki hariç, diğer saat kuleleri günümüzde de mevcudiyetlerini korumaktadır.
Kaynaklar
- TDV İslam Ansiklopedisi, Müellif: Cevdet Küçük
- com
- com, “Sultan Abdülhamid Han’ın Filistin Hassasiyeti”
- Yüzakı Dergisi, Mücahid Bulut , “II. ABDÜLHAMİD HÂN’IN YETİMİ KUDÜS”
- Ekrem Buğra Ekinci , “SULTAN HAMİD'İN TAHTINA MÂL OLAN FİLİSTİN”
- Beytülmakdis Araştırmaları Dergisi, Ziya Polat, “Yahudilerin II. Abdülhamid Döneminde Filistin’e Göç Girişimleri ve Oliphant’ın Siyonist Koloni Talebi”
- Hasan Karaköse , “Filistin ve Kudüs Meselesine Genel Bir Bakış (XIX. Yüzyılın Ortasından XX. Yüzyıl Ortalarına Kadar)”
- Doç. Dr. Ş. Tufan Buzpınar, “II. Abdülhamid Döneminde Filistin'e Yahudi Göçü Meselesi (1878-1908) / Doç. Dr. Ş. Tufan Buzpınar”
- Saliha Gümüş, Yüksek Lisans Tezi, “II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE FİLİSTİN POLİTİKASI”